
Münir Karataş
Eskişehir’de doğdu. İlk hikâyelerini okul sıralarında değil, haber ajansının daktilosunda yazdı. Öğrencilik yıllarında Türk Haberler Ajansı’nda muhabirlik yaparken, gerçekliği gözlemlemenin ve kelimelere dökmenin ilk disiplinlerini edindi.
Yönetmenlik tutkusu onu İstanbul’a taşıdı. Uzun yıllar boyunca televizyon şovlarından belgesellere, müzik kliplerinden reklamlara, TV dramalarına kadar uzanan geniş bir yelpazede anlatılar kurdu. Her projede, görsel dil ile sözcük arasında bir köprü kurmanın yollarını aradı.
Bir hobi olarak başladığı müzik prodüktörlüğü, onu 11 etnik albümle Sony Music Türkiye’ye taşıdı. Aynı yıllarda, reklam dünyasının ilk yerli yazılım sistemlerinden birinin (MorSoft) yaratım sürecine öncülük etti. Yüksek teknolojiye duyduğu merak, onu TÜBİTAK projelerinde ses ve görüntü analiz yazılımlarının düşünsel tasarımıyla buluşturdu. Ama onun için tüm bu deneyimler, temelde insanı, zamanı ve geleceği anlamaya çalışan bir anlatıcının farklı sahneleriydi.
2012’den bu yana sinema dünyasında ithal ettikleri filmlerin gösterimleri ile uğraşırken, teknoloji-insan ilişkisini merkeze alan yazıları çeşitli dijital mecralarda yayınlanıyor.
Kurgu dışı ilk kitabı Kıyamet Kapitalizmi, teknoloji, kriz ve ideoloji üzerine düşünsel bir yolculuk. Şu sıralar üzerinde çalıştığı bilimkurgu novellası Büyük Unutuşun Masalı, distopya ile büyülü gerçekçilik arasında salınan bir anlatı evreni kurmayı amaçlıyor.
Onun için yazmak, geçmişi geleceğe bağlayan bir bilinç köprüsü kurmak demek. Ve her cümle, insanlık durumuna dair daha derin bir sorunun yankısıdır.
Yönetmenlik tutkusu onu İstanbul’a taşıdı. Uzun yıllar boyunca televizyon şovlarından belgesellere, müzik kliplerinden reklamlara, TV dramalarına kadar uzanan geniş bir yelpazede anlatılar kurdu. Her projede, görsel dil ile sözcük arasında bir köprü kurmanın yollarını aradı.
Bir hobi olarak başladığı müzik prodüktörlüğü, onu 11 etnik albümle Sony Music Türkiye’ye taşıdı. Aynı yıllarda, reklam dünyasının ilk yerli yazılım sistemlerinden birinin (MorSoft) yaratım sürecine öncülük etti. Yüksek teknolojiye duyduğu merak, onu TÜBİTAK projelerinde ses ve görüntü analiz yazılımlarının düşünsel tasarımıyla buluşturdu. Ama onun için tüm bu deneyimler, temelde insanı, zamanı ve geleceği anlamaya çalışan bir anlatıcının farklı sahneleriydi.
2012’den bu yana sinema dünyasında ithal ettikleri filmlerin gösterimleri ile uğraşırken, teknoloji-insan ilişkisini merkeze alan yazıları çeşitli dijital mecralarda yayınlanıyor.
Kurgu dışı ilk kitabı Kıyamet Kapitalizmi, teknoloji, kriz ve ideoloji üzerine düşünsel bir yolculuk. Şu sıralar üzerinde çalıştığı bilimkurgu novellası Büyük Unutuşun Masalı, distopya ile büyülü gerçekçilik arasında salınan bir anlatı evreni kurmayı amaçlıyor.
Onun için yazmak, geçmişi geleceğe bağlayan bir bilinç köprüsü kurmak demek. Ve her cümle, insanlık durumuna dair daha derin bir sorunun yankısıdır.
less
Uploads
Papers by Münir Karataş
This paper examines Gene Roddenberry’s Star Trek universe through the conceptual lens of technological communism. It explores how the series portrays a classless, equitable, and sustainable society made possible by advanced technologies and ethical governance. The analysis is structured around three interrelated axes: the informatic connectivity of intelligence, which redefines cognition as a distributed and networked phenomenon; technocratic socialism, which frames technology as a tool for collective welfare under transparent and democratic governance; and collective effort, which highlights the transformative power of coordinated action across diverse communities. Drawing on theoretical insights from Donna Haraway, Slavoj Žižek, Bruno Latour, and Hannah Arendt, the paper situates Star Trek as both a utopian narrative and a practical framework for addressing contemporary global challenges, including resource scarcity, environmental crises, and social inequality. The study concludes that technology, when guided by ethical and collective values, can serve as a catalyst for building a post-scarcity, inclusive, and sustainable future.
Bu makale, depresyonu bireysel bir patoloji olarak değil; geç kapitalist düzenin görünürlük, üretkenlik ve hız rejimlerine karşı zihinsel bir duraksama, duygusal bir çatlak ve bilişsel bir direnç biçimi olarak ele alır. Guy Debord’un gösteri toplumu, Bernard Stiegler’in epistemik proleterya ve Franco Berardi’nin iletişimsel kapitalizm kavramları çerçevesinde, depresyonun yalnızca tedavi edilmesi gereken bir bozukluk değil, aynı zamanda sistemin dayattığı normatif zaman ve duygulanım rejimlerine karşı bireyin son savunma hattı olduğu öne sürülür. Sosyal medya gibi mecralarda depresyon ya bastırılmakta ya da estetikleştirilerek dolaşıma sokulmaktadır; böylece depresyon, hem görünmezleştirilen hem de metalaştırılan bir duygulanım biçimi hâline gelir. Makale, bu çelişkiyi bir okuma alanı olarak değerlendirerek depresyonun, sistemin sürdürülemezliğini ifşa eden bir “noetik çöküş” semptomu olduğu kadar, düşünsel bir yeniden doğuşun imkânı da olabileceğini ileri sürer.
Algoritmik yönetişim, gözetim kapitalizmi ve biyoteknolojik denetimin şekillendirdiği bir çağda, modernitenin özerk birey miti çöküşe uğramaktadır. Bu makale, posthümanist bir perspektiften özneleşme süreçlerini sorgulamakta; benliğin artık içsel ve bütüncül bir yapı değil, parçalı, ağsal ve algoritmik biçimde aracılanmış bir varlık formuna dönüştüğünü öne sürmektedir. Michel Foucault, Gilles Deleuze, Shoshana Zuboff, Donna Haraway ve Rosi Braidotti gibi düşünürlerin kavramları aracılığıyla kimliğin veri madenciliği, dikkat ekonomisi ve platform-temelli davranış tasarımı gibi süreçlerle nasıl inşa edildiği ele alınmaktadır.
Makale, öz-benliği bireysel bir iç yolculuk ya da kişisel kurtuluş projesi olarak değil, kolektif özneleşme ve yeni akrabalık biçimleri doğrultusunda yeniden düşünmeye davet eder. Siborg, ilişkisel öznellik ve ekolojik gömülülük gibi kavramlar, hem kapitalist öznellik üretimine hem de teknolojik determinizme karşı direniş ve yeniden inşa olanaklarını ortaya koyar. Son kertede, makale özerkliği yalıtılmışlık olarak değil; teknolojik ve doğal bütünlükler içinde etik bir katılım biçimi olarak yeniden tanımlamayı önerir.