İnsanın toplumsal bir varlık oluşunun pek çok göstergesi vardır. Bazen hayatta kalabilme mücadelesi, bazen de mücadele edilenle birlikte yaşama zorunluluğu, aslında hem kazanılmış hem de öğrenilmiş sosyal bir beceridir. İnsan, yaşamın...
moreİnsanın toplumsal bir varlık oluşunun pek çok göstergesi vardır. Bazen hayatta kalabilme mücadelesi, bazen de mücadele edilenle birlikte yaşama zorunluluğu, aslında hem kazanılmış hem de öğrenilmiş sosyal bir beceridir. İnsan, yaşamın devamı için kendisini dış dünyaya ve dış dünyadan gelebilecek tehlikelere karşı korumak zorundadır. Bu koruma/korunma hali, içgüdüsel olarak insanoğlunun kendine güvenli bir yaşam alanı yaratabilmesi için gereken mücadele azmini sürekli kılar.
Tehlike doğuran faktörler arasında en önde geleni, başlangıçta doğanın getirdiği zor yaşam koşulları ve vahşi yaşamın kendisidir. Avcı toplayıcı yaşam formundan günümüze tehdit algımızı perçinleyen faktörler çeşitlenmekle birlikte, insanın karşısına başka bir tehdit unsuru daha çıkmıştır; bir diğer insan. Antik dönemden 21. yüzyıla güvenlik odaklı yapılanlar, böyle bir kısır döngü içerisinde toplumları ve toplumsal kurumları yönlendirmeye devam etmektedir.
Tüm varlıkların özünde yatan duyguların başında korku ve özellikle de ölüm korkusu vardır. Yaşam alanının gerek coğrafi gerek toplumsal açıdan birtakım risk faktörlerini taşıması, yaşamın o gününe ve ilerisine dair belirsizlikler, koruma/korunma/savunma ihtiyacını tetikleyerek insanoğlunu çareler üretmeye mecbur kılmıştır. Bu yönelimin kaynağı, algılanan ya da gelecekteki olası tehditleri doğuran/doğurabilme gücü olan bir düşmanın varlığıdır. Düşman üzerinden somutlaşan bir tehdidin varlığı (Cottam vd., 2017: 109-110), insan zihnini kolayca harekete geçirebilecek güçtedir. Rasyonel bir yönelim olarak düşmana engel olmak amacıyla harekete geçen insanoğlu, çitlerden dikenli tellere, tuğla ve kerpiçten devasa duvarlara ve hatta siber duvarlara varan geniş bir yelpazede binlerce yıllık mücadelesini sürdürmeye devam etmektedir.
Topluluk halinde yaşamın ilk örneklerinde -ilkel düzeyde de olsa- duvarlar (!); biz ve öteki, içerideki ve dışarıdaki, bizden olan ve bizden olmayan gibi ayrımların varlığına dair ipuçları içermektedir. Nitekim yerleşik yaşama geçişle birlikte, özellikle toplumsal bir bütünlük içerisinde yaşamanın doğal bir sonucu olarak şehir surlarıyla (kale) başlayan mücadele, insan uygarlığının temel yapı taşlarını oluşturmuştur.
Fiziki olarak duvarların yeryüzündeki varlığını, avcı-toplayıcı toplumlarda dahi görmek mümkündür. Günümüzden 12 bin yıl öncesine tarihlendirilen Göbeklitepe, tarihe ışık tutan gelişmeler, yerleşik yaşam ve dini inanca dair ezberlerimizi bozmuştur. Bilindiği üzere Göbeklitepe’nin gün yüzüne çıkışına kadar insanoğlunun yerleşik yaşama geçişi sonrasında, dini inancını yaşamak adına ibadethaneler inşa ettiği düşünülmekteydi. Ancak tarihin sıfır noktasında insanlık tarihini değiştiren birtakım bulgulara ulaşıldı. Dini inancın yerleşik yaşamı öncelediği düşünülmeye başlandı (Türkiye Kültür Portalı, 2021). Tapınak olarak inşa edilen kutsal alandaki duvarların, ne şekilde yapıldığı nasıl oraya taşındığı ile ilgili belirsizlikler bir yana; böyle bir anıtsal yapı için duvar inşa edilmesi, duvarların varlığının on binlerce yıl öncesine dayandığını göstermektedir. Bu bağlamda duvarların yalnızca dışarıya karşı bir kapanma değil; insanın içinde olana yönelme ve inanarak kendini koruma (içine kapanma) halini yansıttığı söylenebilir. Her iki durumda da insanoğlunun varlığına yönelik belirsizlikler ve risk faktörleri mevcuttur. Korku, hayatın çok içindedir. Öyle ki bu korkuyu yenmek için inancı referans alan bazı yollara, araçlara başvurulmuştur.
Duvarlar, ilk kentlerden bu yana çeşitli uygarlıkların yarattıkları geleneklerle yoğrulmuş ve özünü koruyarak farklı versiyonlarda farklı görünürlüklerde ortaya çıkmıştır, çıkmaya da devam etmektedir. Antik dönemin ilk kent formundan Bizans surlarına, Hadrianus Duvarı’ndan Çin Seddi’ne, Berlin Duvarı’ndan 21.yüzyılın dijital duvarlarına giden süreçte duvarlar, istenmeyene ya da korku duyulana yönelik savunma hattının oluşturulması işlevini görmüştür. Tarihin tozlu sayfalarına gömülen, tarihe kazınmış duvarlar, amaç-araç birlikteliği üzerinden günümüzün yaşam alanlarını, şehirleri ve ülke sınırlarını belirlemeye devam etmektedir.
Vernon ve Zimmermann’ın 1960’lı yıllardan bu yana inşa edilen modern duvarlar ve çitlerle ilgili ortaya koydukları kronolojideki gibi (Vernon ve Zimmermann, 2020), bugün birçok ülke arasında örülmesi planlanan duvarlar (Türkiye-Suriye-Irak sınırı ya da Polonya-Belarus, Litvanya-Belarus sınırında olduğu gibi) yazıya konu olan geleneksel anlayışın çoktan benimsenmiş olduğunun göstergesidir. Teritoryal bütünlük esasına dayanan ulus devletlerle birlikte ortadan kalkması beklenirken yeryüzündeki devletlerin üçte birinin en az bir sınırına duvar örmesi (Tüylü, 2019: 86), duvar inşa etme geleneğinin kronikleşmesine dair oldukça yerinde bir tespittir.
Arıboğan’ın duvarlı dünya perspektifi olarak adlandırdığı (Arıboğan, 2017), içinde bulunduğumuz süreç, toplumsal ve siyasal düzenin devamlılığı açısından hangi gelişmelere gebedir? Duvarlar, halen geçmişteki işlevselliğini sürdürmekte midir? Duvarlar, gerçekten aşılamayan veya bir diğerine geçit vermeyen engeller olarak kaçınılmaz mıdır?... İşte bu sorulardan yola çıkarak çalışmada tarihin ilk kentlerinden bu yana ötekinin varlığına engel olma amacıyla örülen duvarlar ve bu duvarlara verilen önem ortaya konmaya çalışılmış; ayrıca duvarın toplumsal ve siyasal yönü, toplumun ve siyasal iktidarın varlığını ortaya koyma ve sürdürme biçimleriyle ilişkilendirilerek ele alınmaya çalışılmıştır.